Kızım doğduktan üç gün sonra, tebrik mesajlarına bakarken öğrendim. Ani bir kararla ve çok da temelim olmadan başladığım yüksek lisansım boyunca yardımını esirgemeyen, üzerimde hakkı büyük olan hocam vefat etmişti. Altmışaltı yaşında, her sabah gün doğmadan kalkıp en sevdiği şeylerden birini yaptığı sırada, havuzda yüzerken kalp krizi geçirmiş. Orta Amerika’nın değil denizi, akan bir su kıyısı bile olmayan bir eyaletinde suda boğulmuştu.
Cemaatle kıldığımız namazlar sonrasında eşimin sıkça Fatiha’lar gönderdiği ‘öğrettikleri ilimlerle bugünlere gelmemize vesile olan hocalarımız’ arasına dâhil olup olmayacağı konusunda ise içimi ayrı bir hüzün kapladı. Protestanlıktan Katolikliğe geçmiş bir ailede büyümüş, ancak, kendisine dinlerden uzakta seküler bir hayat tarzı seçmişti. Belki de bu nedenle, aklıma ilk gelen şey Hz. Peygamber’in amcası Ebu Talib’i kaybettiğindeki hislerine dair sorulardı. Ağladım. Birkaç gün boyunca, aklıma her geldiğinde ve açıkçası bu kadar etkilenmiş olmama da şaşırarak ağladım.
En son görüştüğümüzde, birkaç ay sonra konferansa geleceğini ve tekrar karşılaşmak için heyecanlı olduğunu söylemişti. Bu sene emekli olmuştu ama bilgisini başkaları ile paylaşmak onun yaşam tarzıydı. Derslerde sık sık “sevdiğiniz alanlarda çalışın, böylece hiçbir zaman ‘çalışmak zorunda’ olmazsınız” derdi. Bu yüzden bir kahve molasında bile onu, birilerine istatistik metotlarını anlatırken bulurdunuz. Gerçekten bir rehberdi; asansörde karşılaşabileceğimiz potansiyel işverenlere en kısa ve etkili şekilde kendi çalışmalarımızı tanıtmamız gerektiğini de anlatırdı derslerin tam ortasında… Hala yaptığım işlerde gözettiğim kuraldır; “yazdığınız makalenin veya yaptığınız araştırmanın ne olduğunu ve sonuçları babaannenizle paylaştığınızda anlıyorsa projeniz olmuş demektir.” Öğretmek kadar öğrenmeyi de severdi; ve bunu mütevazı bir biçimde yapardı. Özellikle Ortadoğu ve İslam dünyasına dair yaptığı veri analizlerini yorumlarken teyit aldığı olurdu benden, toplumu yanlış okumamak adına.
İlerleyen günlerde üniversite eğitim hayatım boyunca karşılaştığım tüm hocalarımı düşündüm. Kalabalık sınıflarda derslerini dinleyip sınavlarını geçtiğim, beni ismen tanımayan hocalarım da oldu, tahammül edemeyip dersini bıraktıklarım da. Ama hocalarımın çoğu akademiyi olması gerektiği şekilde bir “kurtarılmış bölge” yapma çabası içindeydi. Ders içinde tartışmalarımız olurdu, aynı perspektifte olmadığımız halde bizleri anlama çabaları ve gösterdikleri saygı teşvik ediciydi. Eleştiride bulunmamız notlarımıza yansımazdı. Bu da her öğretileni olduğu gibi kabul etmeyip ikna olana veya çıkış noktasını anlayana kadar sorgulamayı öğretiyordu.
Farklı kültür, yaşam tarzı ve fikir dünyalarına sahip öğrencilerin de görüşlerinin eklenmesiyle tam bir beyin fırtınasına dönüşüyordu bazı dersler. Bunun öğrettiği iki önemli şey oldu hayatımda:
Bir, hiçbir zaman desteksiz ve kaynaksız konuşma.
İçinde bulunduğumuz bilimsel ortam gereği argümanlarımızı usulüne uygun, kabul görecek bir zeminde hazırlamak ve bunları sağlam referanslar vererek oluşturmak gerekiyordu. Bunun için de, fikir zengini bir ortamda karşılaşabileceğim ve tezimi çürütebilecek eleştirilere karşı kendi zihnimde bu potansiyel eleştirileri kendi kendime getirerek fikirlerimi yoğurmam gerekiyordu. Bir yandan da, bin küsur yıl öncesinde geliştirilen Hadis usulündeki ravi silsilesi gibi sıralama ve kaynakların birbiri arasındaki ilişkiyi sorgulayan sistematiğin aslında nasıl da 20. yüzyıldan itibaren benimsenen akademik yöntemler ile benzeştiğine hayran bırakıyordu beni.
Sadece hafızamın zayıflığı sebebiyle, neyi, nerede ve hangi kaynaktan öğrendiğimi hatırlayamamak can sıkıcıydı, hala da öyle.
Bazen farkında bile olmadan gerçekleşiyordu bu kritik-analitik düşünce egzersizleri… Her bilgiyi bilim dünyasına egemen olan Batı temelli olarak öğreniyordum. Bu egemenlik nedeniyle Türkiye’de derslerde de aynı yaklaşımlar öğretiliyor; ancak yurtdışında okumanın avantajı bu bilimsel bilgileri ortaya çıkaran kültürü ve toplumsal hafızayı da gözlemleme fırsatı sağlamıştı. Öte yandan Doğu’nun bilgisine vakıf olacak bir eğitimden geçmemiş olmama rağmen İslam merkezli bir hayat tarzı benimsemiş olmak farklı kaynakların da varlığından haberdar kılıyordu beni. Bu da öğrendiğim her bilgiyi, mesela konuya dair ayetlerle beraber değerlendirmeye, tekrar ve tekrar muhakeme süzgecinden geçirmeye sevk ediyordu. Tutarlı bir yaklaşım ortaya koyabilmenin yolu da bu muhakemeleri kapsamlı tutup pek çok faktörü bir arada değerlendirebilmekten geçiyordu.
Amerika’da eğitimin bana ikinci katkısı ise kendi tutuculuğumu sorgulamak oldu.
İlkeleri yaşamak adına sıkı sıkıya sarıldığımız bazı fikirlerimizin, sadece diğer tarafı dinleme fırsatı sunan bir ortamda sarsıldığını öğrendim. Bir konu hakkındaki farklı fikirlerle yüzleşmek insanı gerçekten kendi mahallesinin dışına çıkmaya zorluyor. Diğer mahallelere misafir olurken benzer olayları neden farklı algıladığının idrakine varıyor insan. Kimisinde hayranlık uyandıran bu hal kendi ilkelerini terk edip diğer mahallelere taşınmakla sonuçlanabilirken, bende daha çok kendi kanaatlerimin çıkış noktalarını sorgulama ve onları yeniden düzenleme yönünde evrildi. Her yeni yaklaşıma şahit oluşum olaylara çok boyutlu bakmaya ve eskiye kıyasla daha doğru çıkarımlar yapmama vesile oldu. Kaçınılmaz bir şekilde huzursuzlukları da beraberinde getiren bu süreçler, sonunda hayvanların gelişimlerinin bir parçası olarak deri değiştirmesi gibi hala bana ait fakat daha yeni ve daha geniş bir bakış açısı kazanmayı öğretti. Belki de beni disiplinler arası çalışmalar konusunda teşvik eden de bu motivasyondu.
Çok farklı yorumları dinlerken Nasreddin Hoca’nın “sen de haklısın”larını fazlaca söyleten bir yer oldu Amerika’da üniversite okumak benim için. Ancak bazı olaylar karşısında ortaya çıkan ve herkesi şaşırtan birtakım gelişmeler, bunca fikir zenginliğinin içinde kuraklığın da var olabileceğini gösterdi. Belki de benim hisseme bereketin düşmesi, uzun yoldan gelmiş bilgiye aç bir yabancı olmakta saklıydı.
Meryem Ay Kesgin, Araştırma Uzmanı
Yorum Bırakın / Leave a Comment