Hepimiz biliriz ki Türk milletinin misafir ağırlama ve ikram hususunda güzel bir geleneği vardır. Ecdadımızdan bize yadigâr kalan misafirperverlik gibi harika bir haslete sahibiz.
Dünyanın çeşitli yerlerinde bile misafirperverliğimizle tanınırız. Topraklarımızdan geçip de kervansaraylarımızda kalmayan, sebillerimizden su içmeyen yoktur. Hizmetimiz hürmetimiz dillere destandır. Acaba millet olarak hala böyle tanımlanıyor muyuz? Güzel dinimiz İslam, misafirlik hususunda insanları nasıl yönlendirir? Bizler şimdi bu çizginin neresindeyiz? Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Sahabe Efendilerimizin (r.anhüm) uygulamaları nasıldı? Alimler, arifler, büyüklerimiz bu konuya nasıl bakar, nasıl hayata geçirirlerdi? Biraz geriye dönüp bakmaya ne dersiniz?

En temelden başlayacak olursak; misafire ikramda bulunmak Müslümanın şiarıdır. Buhari ve Müslim’de geçen bir hadis-i şerif şöyledir:

“…Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin…”

Yine diğer bir hadis-i şerif şu şekildedir:

“Peygamber Efendimiz (sav) bir gün:
‘Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimse misafire caizesini versin’ buyurdu.
‘Ya Resulallah! Misafirin caizesi nedir?’ diye sordular. Hazreti Peygamber de:
‘Onu bir gün ve bir gece ağırlamaktır. Misafirlik üç gündür. Misafiri üç günden fazla ağırlamak ise sadakadır.’ buyurdular.”

Kendi yeme-içmemizde miktar ve çeşit açısından çok dikkatli olan büyüklerimiz; misafire ikram edilen ve misafirle beraber yenen yemekte israf yoktur demişlerdir. Ancak bu ikramin “fi sebillillah” olma şartı vardır; gösteriş veya bir dünya menfaati için yapılmamalıdır.

Kur’an-ı Kerim’de Peygamber hayatlarına dikkat ettiğimizde misafire ikramda bulunmanın Allah’ın sevdiği kullarına ait bir özellik olduğu göze çarpar. Hûd Suresi 69. ayette:

“Andolsun, elçilerimiz (melekler), İbrahim’e müjde getirip “Selâm sana!” dediler. O, “Size de selâm” dedi ve kızartılmış bir buzağı getirmekte gecikmedi.”

diye geçer. Aynı hâdisenin Zâriyat Suresi 24-27. ayetlerde de anlatıldığını görüyoruz:

“(Resûlüm!) İbrahim’in ağırlanan (o şerefli) misafirlerinin haberi artık sana geldi mi? Hani vaktiyle (bunlar) onun yanına girmişlerdi de: “Selâm” demişlerdi. (İbrahim de) selam(ı alıp: “Bunlar) tanınmamış bir topluluk.” demişti. Hemen (bir bahane ile) ailesi(nin yanı)na gitti ve (kızartılmış) semiz bir dana getirdi.”

Ayetlerde dikkat çeken husus, gelenlerin selamına selamla karşılık verilmesi ve fazla bekletmeksizin bir et yemeği hazırlanması. Oysa günümüzde tüm bu detayları bir kenara bırakıp, evlerimize “misafir alıp almamamız” başlı başına mesele haline gelmiştir. Belki de misafire ikramı kendimize külfet haline getirerek evlerimizi misafirden; misafiri evlerimizden soğuttuk. Misafirden rahatsız olanlarımız yüzünden dostlarımız bile “rahatsız etmeyelim” diyerek ziyaretten kaçar oldular.

Bir hadis-i şerif’i daha hatırlayarak sahabenin tutumunu zihnimizde daha da netleştirelim:

Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
“Bir adam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek:
– Ben açım, dedi.
Allah’ın Resûlü, hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şey göndermesini istedi. O da:
– Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok, dedi. Hz. Peygamber (sav) bir başka hanımından yiyecek bir şeyler istedi. O da aynı cevabı verdi. Daha sonra Resûl-i Ekrem’in öteki hanımları da: Seni peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok, diye haber gönderince, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ashâbına dönerek:
– Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister? diye sordu. Ensârdan biri:
– Ben misafir ederim, yâ Resûlallah, diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca karısına:
– Resûlullah (sav)’in misafirini ağırla, dedi. Bir başka rivayete göre karısına:
– Evde yiyecek bir şey var mı? diye sordu. Hanımı:
– Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var, dedi. Sahâbî:
– Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafirimiz içeri
girince de lambayı söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım, dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. Sabahleyin o sahâbî Peygamber (sav)’in yanına gitti. Onu gören Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurdu:
– Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allah Teâlâ memnun oldu.”

[Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 10]

Yüce gönüllü Peygamberin yüce gönüllü arkadaşları… Onların bu ince davranışlarının ne kadar yakınında; ne kadar uzağındayız? Allah-u Teala’yı bu gibi konularda ne kadar memnun edebiliyoruz? Daima halimizi yoklamakta yarar var.

Kendimize örnek almaya çalıştığımız hocalarımız, büyüklerimizin hayatında da bizleri için ibretler var. Onlar sahabe ufkunda büyük şahsiyetlerdi. Birkaç tane misal belki bizi sarsmaya ve bozulmaya başlayan çizgimiz düzeltmeye yetecektir.

Râmuz el-Ehâdîs 241-243 numaralı hadis dersinde Mehmet Zahid Kotku Hazretleri şöyle söylemektedir:

“Eski müslümanlar arasında bir yerden bir yere gidip gelinirken kalmaya otel veya misafirhane yoktu. Herkes kalmaya dostunun evine giderdi. Eğer dostunun evine gitmez de başka bir yere giderse aradaki dostluk rabıtasını keserlermiş. ‘Eğer sen benim dostum olsaydın benim evime gelirdin. Benim evime gelmediğine göre benimle alakanı kestin.’ der ve işi onunla selamı sabahı kesmeye kadar ilerletirlermiş.

Hatta bir gün biri Mekke-i Mükerreme’ye misafir gitmiş. Oradaki dostuna mektup yazmış, ‘Ben geldim, filan yerdeyim’ demiş. O da demiş ki; ‘Sen benim dostum olsaydın benim evime gelirdin, ben filan yere gelen dostu tanımıyorum.’ demiş. Haklı. Fakat bugün hepimiz inanıyoruz ki misafir otelde kalmalıdır. Çünkü evlerimiz pek de müsaitsizlikte de değil ya…

Çünkü gözlerimiz doymuyor. Evlerimizin en aşağı üç odası var. Halbuki bir oda da misafir odasına ayrılmalıdır. O yemek odası, bu oturma odası, bu bilmem ne odası. Bunların hepsi işgal edilir, misafire yer kalmaz. Bu yüzden de bahane buluruz; ‘Evimiz müsait değil’. deriz. Halbuki kaçamak yollarının en kolayı…”

Konu ile alakalı örnek sayısını artırmak hayatımızda uygulayacağımız davranış modellerinin sayısını artırmakla eşdeğer anlam taşıyacağından bir-iki hatırayı daha paylaşmak faydalı olacaktır:

Bunlardan ilki rahmetli hocamız Mahmud Es’ad Coşan’a (ra) dair olacak. Bu hatırayı beyim bir vesileyle Medine’de bulunduğunda orada meskun bulunan bir ağabeyimizden dinlemiş. Malumunuzdur ki hac ve umre vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye giden Allah’ın misafirleri Medine’ye uğramadan dönmezler. Medine ahalisi ise gelen herkesi baş tacı yapmakta ve ağırlamakta birbirleriyle yarışırlar. Bir sene rahmetli Hocamız eşi Muhterem valide hanım ile beraber yaptıkları bir ziyarette valizleriyle ilk durak olarak bu ağabeyimizin evinde soluklanmak istemişler. Daha önceki başka ziyaretlerinde edindiği tecrübelerden olsa gerek, usulen ev sahibine yük olmadan Medine’de bir otele yerleşmeyi düşünür fakat daveti sebebiyle akşam vaktini burada eda edeceklerdir. Ev sahibi, kalkmaya yeltenen Hocamız’a (ra) bin bir rica etse de Hocamız (ra): “Muhterem Hanım haydi hazırlan da kalkalım!” diyerek içeri haber gönderir. Tam bu sırada ağabeyimiz kıvrak bir hamle yaparak Hocamız’ı (ra) en zayıf noktasından yakalayıverir (!). “Efendim! Hiç olmazsa gitmeden merhum Mehmed Zahid Efendimiz’in (ks) geldiğinde kaldığı odaya bir teşrif etseniz, bir göz atsanız..?” Bu sözü duyan Hocamız (ra) birden dikkatini toplayıp: “Öyle mi? Burada, bu odada mı ikamet ettiler?” der.
– Evet efendim! Burada ikamet ettiler. Ne olurdu siz de gitmeseniz de burada istirahat buyursanız?
Bu sözü işiten Hocamız, Muhterem Hanım validemize dönüp: “Muhterem Hanım dilerseniz eşyalarınızı bu odaya koyalım. Hocamızın kaldığı yerde kalmak nimetini geri tepmek olmaz” der. Medine’de geçirdikleri vakit süresince de bu evde kalırlar.

Bu hikayede hem örnek hem de ibret alınacak çok hakikatler var. Allah dostları eğer ev sahibinin rahatsız olduğunu düşünmezlerse sırf Peygamberimizin (sav) ve büyüklerimizin sünneti olduğu için misafir olmayı tercih ediyorlar. Fakat yazık bizlere ki bu gönül önderlerinin bile kalbini kırmış, evlerimizi ziyaret ettiklerinde memnun kalmak şöyle dursun memnuniyetsizliğimizi de kendilerine izhar etmiş olacağız ki otelde kalmayı ehven görür olmuşlar.

Bu konu ile alakalı Halidiyye Risalesi’nde dahi bazı uyarılar mevcuttur. Bazılarımız ise tam bir sevap avcısı olacak ki mübarekleri nasıl olur da misafir ederim diye canla başla çırpınmışız. Ne mutlu Medineli Ensar’a!

Misafir olmanın ve evine misafir almanın önemini gösteren diğer bir örneği de asrımızın büyük alimlerinden Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi’de görüyoruz. Hocaefendi’nin şehir dışı seyahatleri ve davetleriyle alakalı birinci prensibi gidilen yerde bir şahsın evinde misafir olmaktır. Kendisine otel odası kiralanacağı söylenirse kibarca reddeder. Bunu çok az esnettiği bir düsturu olarak da talebelerine tavsiye eder. Zira Nakşilerin usulu nefisle her daim mücahede ve mücadele halinde olmaktır. İnsanın nefsi otel odasında fazla rahatı buldu mu azar, isyan eder, asilik yapar, günaha dalar. Halbuki bir kardeşinin evinde misafir olan kişi için ideal olan her ne kadar kendi evinde imiş gibi rahat hissetmesi olsa da, rahat edemez, edebini takınır, adaba riayet eder ve nefsini dizginler. (Ev sahibinin misafir kardeşini evinde ne kadar rahat ettirmesi gerektiği ile alakalı İmam Gazali (ra) İhya-ı Ulumiddin isimli eserinde şöyle bir örnek vermektedir: Misafir kendini o kadar rahat hissetmelidir ki odasında ailesiyle “birlikte” olabilmelidir. Yani kendini evinde hissedebilmelidir.)

Rahat olmakla iç huzuruna sahip olmak arasındaki ince çizgiyi misafirlik belirler. İstanbul’a her geldiğinde hemen üst katımızda misafir olan Ekinci Hocaefendi her sabah kitap okutur, talebelere de faydalı olurdu. Ev sahibi Maşuk Yamaç Hoca ise bunu bir fırsat bilir ona hizmette kusur etmeyip elinden geleni yapardı. Öyle ki o misafirlik hem maddeten hem de manen sıradışı bir bereketi beraberinde getirirdi. Nice ilim talebesi, Allah dostu onu ziyarete gelir ve beraberlerinde de nice güzel yiyecekler getirir ziyafet verirlerdi.

Son örnek, vefatının üzerinden çok da geçmeyen Muhammed Emin Er Hocaefendi’den… Kendisiyle öğrencilik yıllarında uzun sayılabilecek bir süre aynı evde yaşayan beyim, kendisinin tam bir Nebevi ahlaka uygun misafir olduğunu söylemişti. Herkesçe malumdur ki öğrenciler mutfaktaki bulaşıkları genelde nöbetleşerek yıkarlar. Çünkü bulaşığın gönüllüsü az bulunur. Sabahları hızla derslerine yetişmek için çıkan talebe akşam gelip nöbeti gereği bulaşığı yıkamak için mutfağa girdiğinde bulaşıkları yıkanmış bulur ve “Can dostum, güzel arkadaşım ne iyi etmiş de bugün benim yerime bulaşığı yıkamış” der.

Diğer gün diğer arkadaş aynı manzarayla karşılaşıp aynı düşünceyle kendisine dualar eder. Fakat aynı sahne ikinci defa yaşanınca biraz da uhuvvetin gereği kalben rahatsız olup arkadaşına söyler: “Akhi! Hadi birincisinde yıkadın neyse ama benim nöbetimde yıkama şu bulaşıkları ne olur, utanıyorum!” Arkadaşı şaşkınlıkla cevap verir: “Ağabey, aynı şeyi de ben sana söyleyecektim. Ama vallahi ben yıkamadım senin bulaşıkları.” Peki 3 gündür bulaşıkları yıkayan bu gizli kahraman kimdir? 105 yaşındaki Pîr-i Fâni Muhammed Emin Hocadır. Hocaefendi talebeler dersleriyle uğraşsın diye sesini çıkarmadan, yerinde saatlerce oturur zikrullah ile meşgul olur; hela ihtiyacı olup koridordan geçmemek için az yer, az içer; helaya gidecek olsa başına bir havlu asar ki talebeler rahatsız olmasın; bu da yetmezmiş gibi 3 gün ard arda evin bulaşıklarını yıkar. Ev sahipliğinin adabı nasıl olmalı sorusu elbette önemlidir fakat misafirliğin adabı da dikkate şayandır.

Hasılı, ya misafirlerin hoyratlığındandır veyahut ev sahiplerinin üşengeçliğinden, misafirlik kurumu bize veda etmektedir. Bilhassa yabancı ülkelerde yaşayan müslüman aileler bu kültürü çocuklarına aktaramamanın sıkıntısını çekmektedirler.

“Misafir kısmeti ile gelir.”
“En güzel ev sahibi Allah’tır.”
“Misafirlik üç gündür. Sonra ev sahibisin.”

Tüm bu sözler Kur’an ve Hadis kaynaklı kültürümüzün misafirlikle alakalı ne kadar da güzel geleneklere sahip olduğunun ispatı niteliğindedir. Ne yazık ki bu adabdan habersiz misafir-ev sahibi tecrübelerimiz bu güzel sözleri bile bozmuş bazı özdeyişlerimiz kelime olarak değişmese de anlam kaymasına uğramıştır. Aynen “kısas” yani “misilleme yapmak” anlamı taşıyan kelimenin yerini “kısa” kelimesinin aldığı “Ziyaretin kısası makbuldür.” örneğinde olduğu gibi:
Kısa bir ziyaret değil; Kısas yapabildiğimiz nice misafirliklere…

Şeyda Toprak
1440-Philadelphia