Urumiye’de Bir Akşam

Seyyahlık, bir ayağın bir şehirde iken diğer bir ayağın başka bir şehirde koşmaya benzer. Rutinin bayıltan sıcaklığından kurtulup günün aydığı tunç bir sabaha uyanmak gibidir. Rüzgarı saçlarında hissedersin. Yaşamak duygusu uyanmış, tüm zerrelerini harekete geçirmiştir. 

Seyahat gezmek değildir, turistik bir gezi asla değildir; anlamak adına yapılan bir okumadır. İlahi hedefe doğru yürürken; insanı, hayvanı (ki, zihayat* demektir yani hayat sahibi, yaşayan), eşyayı, toprağı, onun farklı hallerini, o hallerin insanı nasıl etkilediği gibi birçok durumu anlama çabasıdır. 

Dil mesela ne ilginçtir! Birbirine geçmiş kültürlerin karması haline gelmiş diller! Hakkari Yüksekova’da Farsça konuşan Kürtler ya da Kürtçe konuşan Farsiler! Birbirinin ortak kullandığı bir çok kelime var. Tebriz, Türk dilini kullanan İranlı Türklerle dolu. Türkçe’nin ta bağrına yerleşmiş Farsça kelimeler. Arapça kelimeler de girmiş hem Farsçaya hem Türkçeye. 

Dile dahi ehtiyaç (!) duymayan gönül diline ne demeli! Masumiyetin korunduğu bu topraklarda insanların gülümsemeleri bile farklı sanki! Yemek yediğimiz lokantada garson delikanlının “Sizi anlıyorum ama konuşamıyorum” çabası, sonra da “Ben Kürdüm ama, sizin konak kelimesini biliyorum. Bizim haneye konak olun” sözleri diyeceğim ama konak kelimesinin haricindeki bütün okumaları hal dilinden yaptığımızı söylesem. 

Hakkari Yüksekova’nın Esendere ilçesinden çıkış yaptık ve İran’a girdik. Bu, her Ramazan yaptığımız olağan gezilerden biriydi. Eşim Mustafa Bey, diş hekimi olması hasebiyle her sene Ramazan ayını kendine tatil ilan etmişti. Hem bu mübarek ayı değerlendirmek, hem de orucu rahat tutmak maksat. Rahattan kastettiğimin sırt üstü yatmak olmadığını söylemem gerekiyor. Çünkü oruç tuttuğumuz halde iki sefer umre yolculuğumuzu karayolu ile yaptığımızı buraya not düşmek istiyorum. Türkiye içi gezileri haricinde yurt dışı gezilerimiz de Ramazan ayında oldu hep. 

İran’ı daha önce iki sefer gezmiştik. Elbette bir ülkeyi baştan başa gezmek mümkün değil. Başlıca şehirlerini gördük ve hayran kaldık. Dolayısıyla bu sefer hedef İran değildi. Karayolu ile Türki Cumhuriyetlere geçmek istiyorduk. Bunun için İran’ın Meşhed şehrine yakın Serahs sınır kapısından Türkmenistan’a girecektik. 

Kendi arabamızla girdiğimiz için sınırı ben yürüyerek, eşim ise araba ile geçerek geçiş işlemlerini tamamladık. O hiç yabancı dil bilmiyor, benim okulda yabancı dilim Fransızcaydı ama o da pek bir işe yaramıyor. İmam Hatipli olmanın getirisi, ikinci dilim Arapça ama Farsça çok farklı bir dil. İngilizce derseniz hak getire biraz anlıyorum ama konuşma sıfır. Allah’tan Azerbaycan Türkçesi İran’ın hemen hemen her yerinde konuşuluyor da oradan kurtarıyoruz. Ya bir taksici ya otelin mutfağında çalışan birisi bulunuyor ve işimiz halloluyor. Sınırda yine bir memur Azeri çıkıyor. Türk deyince, hemen Türkçe konuşmaya başlıyor:

– Nerdensiniz Türkiye’nin? 

– Konya. 

– Movlana.

Anlamaya çalışan bakışlarla:

– Efendim? 

– Movlana

“Ha, evet Mevlana’nın memleketi” diyerek işi tatlıya bağlıyoruz. 

İşin felsefesini de yapmış bu zarif beyefendi. 

– En üstte dil vardır diyor din ondan sonra gelir. 

– Yok! diyoruz, ümmet bilinci, ilk din gelir dil onun altındadır. 

– Yok, dil bizi -eliyle geniş bir daire çiziyor- kardeş kılıyor, o olmasaydı nasıl anlaşırdık, Azeri, Türk, Özbek, Tatar… sayıyor hepsini. Baktığımız pencere değişik olunca haklısın diyoruz. Arabamızı arıyorlar. Sırt çantaları, bavullar, yiyecek poşetleri, kol çantaları, arkada serili şişme yatak.

– Ne var bunun içinde? diye soruyor genç polis.

Toprak rengi askeri kıyafetler içinde çok yakışıklı. Düzgün kesilmiş son model saçları ve traşlı bir yüz, gençliğin verdiği güzelliği tamamlıyor. Anlaşamasak da gülüyoruz. Tabi ki hava var onun içinde. 

Şaşkın bir şekilde, yatırılmış olan arka koltuklara ve üstüne konulan şişme yatak ile battaniyelere bakıyor. Koltuk altlarına, araçüstü bagaja baktıktan sonra biraz da Mustafa Bey’in “Ne istiyorsunuz?”, “Neden bu kadar bakıyorsunuz?” sitemlerine -tabii ki hal diliyle- pes ediyor:

-“Tamam geçebilirsiniz.” diyor. 

Sınır noktasını hemen geçtikten sonra almamız gereken bir belge daha var, o da İran’ın yerel olarak kullandığı bir sigorta. Çünkü uluslararası hiçbir sigorta şirketi yok İran’da. N’olur n’olmaz deyip onu da aldıktan sonra “elhamdülillah, kazasız belasız” deyip yola düşüyoruz. Urumiye’ye daha iki saat kadar yolumuz var. Bu stresli ve koşuşturmalı sınır geçişi beni yoruyor. Gün ikindiyi geçmiş, ben arkaya geçip biraz kestiriyorum. 

Gözümü açtığımda Urumiye’nin bir ana caddesindeyiz. Buradaki ayaklanmalar sebebi ile devlet internet uygulamalarına sınır getirmiş. İnternet ve arama motoru çalışmıyor. Hatlarımız henüz yurt dışına açılmamış, dolayısıyla el yordamıyla bulduğumuz şehir merkezinde navigasyonu da kullanamadığımız için yeme ve barınma işini nasıl çözeceğimizi bilmiyoruz. Önüne durduğumuz caddedeki dükkanlardan birine öylesine giriyor eşim. Burası meğerse bir pizza dükkanı imiş. Onunla birlikte yerel pidelerin de olduğu bir dükkan. İftarı orada yapmaya karar veriyoruz. Girdikten sonra derdimizi anlatmaya çalışırken Türkçe bilen garson, komi, aşçı, kim varsa toparlanıyor.

Ne mi oluyor?

Güler yüz, ikram ve yardımın olduğu bir yerde ne olursa o. Büyük bir gönül süruru, huzur ve şehrin akşamını kaplayan bir şükür hali. Dilin yetmediği Allah’a havale edilen bir rıza hali. Yukarıda bahsettim ya; gönül dilinden dökülen “hoş amediler!”**, “sizin için acaba ne yapabilirimler?”, “varlığınızla bizi onurlandırdınız!” bakışı ve tevazu ile süslenen bir yüce gönüllülük. 

O delikanlılardan bir tanesi ilk önce bizi tanıdığı bir otele yönlendirdi. Orayı aradı, hatta ücreti ikram etmek istedi. Daha sonra geç vakte kadar çalıştıktan sonra bizzat otele gelerek; kendi kullandığı yerel hattı, içine bol gigabaytlı bir internet paketi ekledikten sonra, açma iğnesini dahi getirerek, Mustafa Bey’in telefonuna taktı ve hiçbir ücret kabul etmedi. Ertesi gün bütün vaktimizi alacak bu işlemden bizi azad etti. Biz ise hiç tanımadığımız bu memlekette karşımıza çıkan bu insan ikramına nasıl dua edeceğimizi bilemeden Medine dilencileri gibi “Allah razı olsun” diye diye Urumiye’yi arkamızda bıraktık. 

Vesselam

Gönül Turan Akmeşe

Ramazan 1444-Nisan 2023

*Bu kelimeyi bana öğreten okul okumamış teyzemin irfanıdır.

**hoş amedi: Farsça’da hoşgeldiniz

[bdp_ticker ticker_title=”Son Yazılar” theme_color=”#dd9933″ font_color=”#4c4f56″]

Yorum Bırakın / Leave a Comment

Go to Top