Kendini görmek, kendini duymak, kendini bilmek, kendini bulmak…; içine düştüğümüz bu hayat meşgâlesinde, kapıldığımız şu dünya hengamesinde ne kadar mümkün!?

“Kalp”, “gönül”, “sadr”, “nefs”, “ruh”, “ego”, “ben”, “benlik”, “irade”… gibi insanın iç alemiyle alâkalı kavramlar bize ne ifade ediyor?

“Bilen kalb”in iklimine dalmak için “gâfil kalb”in karanlık ve biraz da karamsar iklimini yoklayacağız önce.

Bu fani dünyadır bellidir belli
Ne şal giyen kalır ne yüzü allı
İstersen yüz yaşa ister yüzelli
Âhirin ölümdür ne hayâldesin

Âşık Sümmani’nin bu deyişinde söylediği gibi; eş-evlat, mal-mülk, iş-güç, şan-şöhret, makam-mevki hayâlleri nasıl da gafil avladı bizi!!!

Özümüzle irtibatı kaybettik, ruhumuzu ihmâl ettik, geldiğimiz vatanı, verdiğimiz sözü unutayazdık hatta bir kısmımız çoktan unuttu bile. Gaflet dediğimiz derin bir uykuya daldık. Hem de bunu namaz kılarken, oruç tutarken, ilim-irfan sahibi güzel insanları dinlerken yaptık, yapabildik!!! Eksiğimiz, hatamız neydi ki yolda gâfil avlananlar olduk!?

Gönül hânemizi asıl sahibinden gayrı her türlü fuzûlî düşünce, kaygı, istek, arzu, emel ve hayâllerle doldurduk. Hiç boşluk bırakmadık ki ruhumuz nefes alsın! Tam bir gaflet hâli ve peşinden gelen, gönül daralmalarımız, iç bunalımlarımız, zihin bulanıklıklarımız, depresyonlarımız, panik ataklarımız, dünya cenderesinde krize girmiş hayatlarımız….

“Kulluğu”, “insanlığı” basit menfaatlerin, gösteriş ve yapaylığın gölgesinde bıraktık. Kenan ilinde Yusuf’unu arayan Yakup misali, kendimizi, ruhumuzu kaybettik. Yusuf’u kuyuya atan kıskanç kardeşleriydi, peki ya bizi kuyuya atan kim, kimin elleri!? Mısır’a sultan olmak çok mu uzak yoksa hâlâ bir umut var mı!?

Yaşadığımız şu zamanda, kendimizle yüzleşmedikçe, hâllerimizin farkına varmadıkça, bizi bizden çalan, dünyevileşmemize zemin hazırlayan onca şeyi eteklerimizden dökmedikçe, gönlümüzden atmadıkça nefsin hastalıklarına dûçar olmamız kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkacak.

Neden isyankar, kibirli, riyakar, haset, gösteriş düşkünü, narsist, bencil, yalancı, bahaneci, doyumsuz, zâlim, merhamet yoksunu, depresif, bunalımlı, kaygılı ve endişeliyiz!?…Hastayız ama hasta olduğumuzu görmüyor, kabul etmiyoruz. Ruhumuz inciniyor, bedenimiz hastalanıyor, imdat çığlıkları atıp duruyor, duymuyoruz!

Tam mânâsıyla insan/kul olabilmek için önce sırtımızdaki yüklerin, eteğimize topladığımız fazlalıkların farkına varmalıyız. Sonra bu yükler ve fazlalıklar altında hastalanan gönlümüzün, çılgına dönen nefsimizin afetlerini görerek şifa kaynaklarına yönelmeliyiz. Peki bunu nasıl yapacağız!?

Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin dediği gibi bize bir YOKLUK gerek:

Mimar ev yapmak için boş arsa arar. Marangoz ahşap işi yapmak için ham tahta arar. Saka su satmak için susuz ev arar. Yokluğa dikkat et, onda çok hikmetler var.

Ağyârı ve mâsivâyı gönülden boşaltmak lazım ki “Hakk” tecelli ede gönüllerde. Bu konuda söz ve hikmet ehlinden nice inciler sâdır olmuş birkaçını yâdetmeden geçmeyelim;

Şemseddîn Sivasî hazretleri diyor ki:

Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecelli ede Hak
Pâdişah konmaz saraya hâne ma’mur olmadan

Fuzûlî’den bir beyit:

Masivaya meyleden aşık Huda’dan dûr olur
Defter-i uşşakta anın namı na-ma’lum olur.

İsmail-i Rüsuhî ise üzerinde durduğumuz hususu pek latîf ifade etmiş:

Kalbini pak etmeyen görmez cemal-i Vahdet’i
Nefsini hak etmeyen bulmaz kemal-i rif’ati.

Hayatın telaşı içinde koşturup dururken bizi “kendi”mize gelmeye davet eden böyle güzîde sesler var çok şükür. Kimi zaman ilmiyle âmil olan bir âlim, kimi zaman ehli tarafından yazılmış bir kitap çağırır bizi “kendi”mize. Ne mutlu bize ki ârifler kalbin hastalıklarından, nefsin afetlerinden bahsetmişler, gönle musallat olan hastalıkların devâlarını anlatmışlar, ihlâsla talep edene de düştükleri kör kuyulardan çıkmaları için el uzatmışlar.

Şair ne güzel söylemiş:

Ey gönül kendini vezn etmeye kantar ara bul!
Yürü git, kantarına hâlis olan a’yar ara bul!*

Kendini merak eden, kendiyle derdi olan, kendiyle yüzleşmeye hazır olan nasipliler, yolculuğa çıkmaya, yeri geldiğinde de gemiden ummana dalmaya cesaret edebilir ancak. Yüzleşmeye, hesaplaşmaya hazır olmayanlarsa “dünya sahnesi”ndeki rollerini iyi analiz edemeyenlerdir. Böylelerinin zor zamanlarda nefsî hastalıkları daha da artar. Sorunları bastırarak, inkâr ederek veya karşı tarafa yansıtarak yüzleşmekten kaçar, rahatlamak ve hayatlarına devam edebilmek için sahte bir iyilik haline bürünürler. Bu sahte iyilik halinde ruh hiçbir zaman huzura ve sükûna eremez. Gaflet içindeki insan kendini kandırır durur.

Nefsin temizlenmesi, ruhun uyanması, kalbin arınması için en zor hâllerde dahi bir ÜMİT vardır. Yeter ki insan ihlasla ve samimiyetle istesin, dilin söylediğini kalbi tasdik etsin. “İnsan” olmaya talip olana “bilen kalp” gerektir. Aklıyla olduğu gibi “kalbiyle de bilen” insanın ruhu kemâle yol alır.

Hâce Yûsuf-i Hemedânî diyor ki:

Tefekkürün yeri kalptir. Ama öyle bir kalp ki, günah arzularından temizlenmiş, nefsi duygular, vesvese ve gururdan kurtulmuş, Hakk’ın lütuf, ikram ve nuruyla huzura ermiş, âhiret günü mutluluğu için çalışan ve sürur melekûtuna yol bulan bir KALP.**

Hz. Ali de

İnsanın yaptıkları ruhi durumlarının aynasıdır.

diyor.***

Bakalım bu yazı dizisiyle çıkacağımız “kendini bilme” yolculuğumuzda “ayna”da neler görünecek gözümüze…

*Nutk-u şerif, Hafız Ahmet Soyyiğit

**Hâce Yûsuf-i Hemedânî ( Sufi, Ahmed Yesevî’nin hocası ö.1140), Hayat Nedir/Rutbetü’l- hayât, İnsan Y., s. 73

***İbrahim Edhem Giridî, Makâlât-ı Hikemiyye, Hz. Ali’den Hikmetli Sözler, Büyüyen Ay Y., s.34

Elif İlay Hüsmen, PDR