Bugün, şimdiye kadar yaptığım uzun iş yolculuklarına belki de en güzelini ekledim.
Koşarak geldiğim tren istasyonunda bekleyen trenin tabelası bana çok uzaktı, Manchester’a gidip gitmediğinden emin olmak için trene binmek üzere olan soğuk, ilgisiz duruşlu, orta yaşlı bir hanıma sordum hemen, “Tren Manchester’a mı gidiyor?”
Doğru dürüst yüzüme bile bakmadan “Evet.” dedi, normalde bir İngiliz’in nezaketine ters bir hareketti bu ama, benim de üstünde durup düşünecek vaktim yoktu. Hemen atladım trene.
Ama tren nedense her zaman bindiğim trenden farklıydı, içeride tekrar sordum, “Hayır.” dediler, alelacele kendisine sorduğum bayanı da bulup “Yok.” dedim “Bu bizim tren değilmiş!” Büyük telaş ve minnettarlıkla “Aa, o zaman ben senden ayrılmayayım, birlikte doğru trene binelim.” dedi.
Beni pek sevmediğini ilk görüşte anlamıştım, önyargılı bakışlara çok yabancı değildim. Doğru tren geldiğinde, kendisini fazla rahatsız etmeden biraz uzakta olan masalı bir koltuğa oturdum, beni takip edip karşıma oturmak için izin istedi, “Memnuniyetle.” dedim. Kendisi orta yaşın biraz üstünde, aslında hoş bir hanımdı, hani görmüş geçirmiş türden, entelektüel bir görüntüsü vardı, ayrıca konuşkandı da. Belli ki başlangıçtaki durgunluğumdan ve sessiz gülümsemelerimden kendisini çok rahatsız etmeden bir yolculuk yapmak istediğimi anlamış, ısrarla sohbet etme çabasına girmişti, kabalığını unutturmak istermişcesine…
İlacımı içmeden önce, sandviçimi yemek istediğimi söyleyip, müsade istedim. İngilizler yiyeceklerini paylaşmazlar, hatta bazılarına göre abes bile olur sorunca, ama yakınlığını farkedip teklif ettim. Düzgün kesilmiş üçgen sandviçin bir parçası ona, bir parçası bana. “Ucundan alayım.” dedi, “Yok.” dedim, “Bana fazla zaten, memnun olurum hepsini yerseniz.”, teşekkür ederek kabul etti.
Daha sonra, bir poşetten çıkardığı örgülerini gösterdi bana. Örgülerin gelirini yardım kuruluşlarına bağışladığından bahsetti. Dört farklı kuruluşa yardımda bulunduğunu, bunlardan bir tanesinin, eşekleri koruma derneği olduğunu, bazı ülkelerde onlara çok kötü davranıldığına şahit olduğunu, bu yüzden desteklediğini gülerek söylerken, kendisinin aslında, hem çiftçi, hem hemşire, hem de yazar olduğunu da belirtti. Örgülerin olduğu poşetten güzel kaplı bir kitap çıkardı daha sonra, “Bu kitap benim kitabım ve bugün beyin ameliyatı sonrasında kontrole gittiğim, benim kaldığım sürede hemşirem olan bir hanıma hediye edeceğim.” dedi. Karşımda meşhur bir yazar oturuyordu -kendisinden izin almadığım için ismini veremeyeceğim maalesef- sohbeti de çok hoştu doğrusu.
Sohbetimiz gittikçe derinleşiyor, kim olduğumuzdan neler yaptığımızdan konuşuyor, hayattan paylaşımlarla ve ördüğü güzel patiklerle yolculuğumuza devam ediyorduk.
Bir müddet sonra, konu inançlara geldi, “Biliyor musun?” dedi “Ben Hristiyan değilim, beni herkes öyle sanıyor.” Ben de öyle sanmıştım aslında. Hatta karşıma tebliğ için oturmuş olabileceğini bile düşünmüştüm. Ayrıca yardım kuruluşları için bu kadar çabalayan bir hanımın bir amacı vardır demiştim kendi kendime.
“Ben Hindistan’da doğdum ve büyüdüm, daha sonra da Yunanistan’da kaldım bir süre.” dedi ve ekledi: “Türkiye’yi de gördüm. “Bunun üzerine ben, “Türk yemeklerini seversiniz o zaman.” deyince, “Bayılırım.” dedi.
Ben havadan sudan bahsederken o daha çok inanç konusunu konuşmak istiyordu, “Biliyor musun, ben Budistim yani tek Tanrıya inanıyorum, Hristiyan olamam asla.” dedi. İnanılmaz, şaşkınlıkla yüzüne bakakaldım. Hinduları görüp çok sohbet etmiştim ama, Budist birine ilk defa rastlıyordum. İslamiyet hakkında pek bilgisi olmadığı belliydi. Muhabbet ilerledikçe, “Sen tahminimden çok farklısın, seni sevdim” dedi bana.
“Bilirsiniz inancı kuvvetli olan insanlar karşı dinden birini sevdiklerinde kurtuluşa ersinler diye onların da kendi dinlerinden olmasını isterler, ben de sizi çok sevdim ve Kur’an-ı Kerim’i okumanızı çok tavsiye ederim.” dedim ve ekledim: “Madem tek Tanrıya inanıyorsunuz İslam da tek tanrılı bir dindir, daha önce hiç okudunuz mu?” “Yok, ama biliyor musun bu sabah oğlum da aynı şeyi söyledi, “Anne, Kur’an’ı neden okumuyorsun?” dedi ve başını öne sallayıp, “Evet, okuyacağım, söz.” dedi.
Artık zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığım yolculuğun sonuna gelmiştik. Vedalaşmadan önce ördüğü patiği hediye etmek istedi. Kabul etmedim, ısrar etti. Aldım adresini. “Eğer yolun bizim oralara düşerse, mutlaka gel görüşelim” dedi. Ben de hayatımda ilk defa dışarda karşılaştığım birine, yabancı birine bilgilerimi vermiş oldum.
Eve dönerken farkına vardım ki, ilk tebliğimi yapmıştım.
Melike Karadağ
Güzel bir anı.. insanların bir tebessümümüze bazen bir dokunuşa ne kadar cok iihtiyaçları var.