Urumiye’de otele geldiğimizde saat epey geç olmuştu. Burası bol ışıklı girişiyle göz dolduran bir oteldi. Resepsiyonistte nasıl bir izlenim uyandırdı isek, Türk olduğumuzu öğrendikten sonra ısrarla, kiralamadan önce odamızı görmemizi istedi. Lobisi ışıltılı ama eski bir bina olduğu belli olan bu yapı gayet bakımlı ve temizdi. Biz, yol yorgunluğunun üstüne, tok olmanın getirdiği rehavetle bir an önce uyumak istiyorduk, görevli ise ısrarla odayı görmemizi.
Pırıl pırıl mermerlerin üzerinden ben bir tekerlekli bavul, bir sırt çantası ve küçük bir bavuldan hallice bir kol çantası, Mustafa Bey ise bir sırt çantası ve bir kaç poşetle yukarı çıktık. Üç yıldızlı bu otelin tek olumsuz tarafı, battaniyelerin her seferinde yıkanmıyor olması idi. Odayı görüp beğendikten sonra; eşyalarımızla tekrar aşağı indik, ücreti konuştuk ve anlaştık. Anladığım kadarıyla Türk müşteriler temizlik konusunda titiz davranıyorlardı.
Bu köşe dairenin; dikdörtgen ve tavana kadar uzanan büyük bir penceresi vardı. Perdeyi açtığımda İran’da çok kullanılan bir tuğla çeşidi ile örülmüş karşı evin balkonu bize bakıyordu. Loş bir ışık penceresini aydınlatırken, balkonun köşesine konulmuş bir limon ağacının yaprakları rüzgarın etkisiyle sallanıyordu. Gökyüzü şehrin ışıkları ile aydınlıktı. Uyuduk, günün bütün yorgunluklarını gecenin sırtına sararak.
Uyanır uyanmaz hemen toparlandık ve yola düştük. Akşam arabamızı park etmek için yer ararken, genç bir delikanlı yardımcı olmak için yanımıza geldi. Türk olduğumuzu öğrenince bizi, devletimizi ve onu yöneteni ne kadar çok sevdiğini söylemesi bizde bir yerellik hissi yaratmıştı. Hatta yol üstüne bırakılan araçların çekileceğini belirten tabelayı gösterdiğimizde; “Olur mu öyle şey? Plakadan sizin yabancı olduğunuzu bilirler, çekmezler.” demişti. ”Konağa (misafire) öyle yapılar mı?”
Uçarak, bir sinema şeridini izler gibi geçtik yollardan. İlk defa görmenin açlığıydı bu. Yollar, ağaçlar, otlar bile ilkti. Evler sonra, sonra insanlar, yaşama dair ne varsa ilk defa şahit oluyorduk… Çok büyük, demirden, gösterişli sokak kapıları hatırlıyorum mesela. Mesela bir bağ evi var camları aynalı. Evlerin büyük balkonları var. Ya hava çok sıcak oluyor, yaz geceleri orada uyuyorlar; ya da misafir ağırlamayı çok seviyorlar, geniş geniş mekanlarda. Meyve ağaçları çiçek açmıştı. Günün ilk ışıkları altında kapısı kilitli, aynalı camları ile adeta gözlerini kapatmış, içini göstermeyen, sessiz ve sedasız bağ evinin hüznünü yaşıyordum. Sanki şenlikli günlerini hayal ediyordu boynu bükük.
Urumiye’nin nişanı olan tuz gölünün kenarından devam ediyordu anayol. Şimdilerde suyu kilometrelerce çekilmiş olan bu gölün; su olduğu zamanlarda rüyayı andıracak şekilde pembe olduğundan bahsediliyordu. Ama kuraklık bütün dünyayı etkilediği gibi bu masalımsı gölü de etkilemişti ve gördüğümüz sadece; kenarında rüzgarda sallanan kamışlardı.
Arabamız dizeldi, yani yakıtı mazottu. İran’a geçince cennete gelmiş gibi oluyordunuz, çünkü Türkiye’de 1500 TL’ye doldurduğunuz depoyu burada 50 TL’ye doldurabiliyordunuz. Ama bir sorun vardı; mazot kaçakçılığını önlemek için devlet, mazot kullanan kamyon ve tırlara kart vermiş ve bu sayede günlük bir limitin haricinde fazladan alım yapılmasının önüne geçmişti. Çünkü mazot kaçakçılığı Türk şoförler için bir zamanlar ciddi bir iş kapısıydı. Dolayısıyla kartın yoksa mazot da yoktu. Önemli bir ayrıntı daha vardı; o da benzinin mazottan daha ucuz olmasıydı. İran’da mazotlu binek araba olmadığı ve bu kart sadece kamyon ve tırlara verildiği için biz kart edinemedik. Dolayısıyla her yakıt alma girişimimiz adeta bir seremoni idi.
İran’a ilk gelişimizde Türkiye’nin seksenli yıllarına geri döndük zannetmiştim. Bakkal, manav, kasap, berber, vs. yanyana küçük dükkanlar halinde. Boyasız eski yapılar. Kapı önlerinde Rusya’nın eski külüstür arabaları. İran’a çeşitli sebeplerden ambargo uygulandığından dolayı kendi içinde kendi yağıyla kavrulan yoksul bir ülke görüntüsü veriyordu insana. 2019’daki gelişimde de izlenimlerim hemen hemen aynı idi, fakat bu seyahatte çok farklı gördüm İran’ı. Araba modelleri, AVMler, belediyecilik çalışmaları ile çehresi değişen şehirler… İran değişmişti.
Diyeceğim; benzinli araba yaygındı. Yanaştığımız gazoil (Farsça’da mazot için kullanılıyor) yazan benzinliklerdeki şoförlere rica ediyor, onlar da çoğu zaman; “can, baş üzerine” diyerek bu konuda yardımcı oluyorlardı. Bazıları ücret bile kabul etmiyordu.
Yol üstünde, tuz gölünün kenarında sanki yasadışı bir şey yapıyormuş gibi bir benzinlikten arabamıza gizlice mazot aldıktan sonra Mahabad’a doğru yol almaya başladık. Aslında yaptığımız yasadışı değildi ama; bizi usulca benzinliğin arkasına almaları, orta yaşlı bir adamın otların arasından kocaman bir huni çıkarması ve bidondan arabamıza yakıt aktarılması gizemli değil mi sizce de?
Mahabad’da Sahoolan Mağarası diye bilinen turistik bir yerden söz ediliyordu. Orayı görmek istiyorduk. Transit geçmeyi düşündüğümüz İran’da Kirmanşah bölgesini ilk defa gördüğümüz için önemli yerleri de atlamak istemiyorduk.
Mahabad ay şehri demekti (mah:ay abad:şehir). Çok şiirsel değil mi? Dünyanın ikinci büyük tuz gölünün üzerinde salınan ayın bu şehre adını vermesinden daha doğal ne olabilirdi ki?
Mağara diye ziyaret ettiğimiz yer bizi çok şaşırtmıştı. Giriş için bilet aldığımız yerde; kılık kıyafetimizden Türk olduğumuzu anlayan bazı ziyaretçiler bir Türk şarkıcısının ismini anıyor, gençler şarkılarını söylüyorlardı. Mevsimlik giysilerimizin üzerine, dışarıda çok şiddetli bir rüzgar olduğundan dolayı kabanlarımızı da giymiştik. Mağaranın girişinde bu kalın şeyi giymiş olmaktan tam pişmanlık duyacak iken içeriden gelen serinlik isabet ettiğimizi gösterdi. Nem ve soğuk bir esinti yüzümüzü yakıyordu. Uzun ve dik bir merdivenden indik, bir sahanlığa geldik. Sonra tekrar uzun ve dik bir merdivenden indik, yine bir sahanlık. Aşağısı da aynı ise artık inmeyelim diyecektim ki başımı çevirince bir de ne göreyim? Büyük bir insan kalabalığı, can yelekleri ve kayıklar! Burası bir iç göldü adeta.
Bunun bir benzerini ilk defa Lübnan da görmüş ve o zaman da çok etkilenmiştim. Türkiye’de ise Antalya’nın Konya il sınırlarına yakın Altınbeşik Mağarası böyleydi.
Zarif bir Azeri aile ile beraber paylaştık kayığımızı. Hanım çok güzel Türkçe konuşuyor ve “Hep Türk kanallarını seyrediyorum, o yüzden Türkçem bu kadar düzgün.” diyordu.
Mağaradan çıktığımızda yüksek bir mevkide bulunan bu yerin etrafında piknik yerleri olduğunu gördük. Aşağıda genişçe bir kuru dere yatağı vardı. Teraslar halinde yükselen bayıra insanlar küçük çadırlarıyla gelmiş konaklıyor, yemek yiyor ve geziyorlardı. Rüzgar ise çok şiddetli esiyordu.
İkindi olmuş, biz yine de çok yol alamamıştık. Görecektik ki; bu bölgenin yolları daha sonra gideceğimiz bölgelere göre daha bakımsızdı. İftarı Hamedan’da yapmayı planlıyorduk. Fakat bozuk olan yollar istediğimiz hızı yaptırmıyordu bize. Özellikle şehir giriş ve çıkışlarında doğal hız kesici olarak sayısız kasis yapılmıştı. Yakın yerleşim yerleri sayısız kasis demekti. Bozuk yollar ve kasisler birleşince hızlı yol almak mümkün olmuyordu.
Hamedan, ismine çok aşina olduğum bir şehirdi. Bir hadis alimi kalmış aklımda Hamedani (Hamedanlı). Bir de gökbilimci ve riyaziyeci (matematikci) bir Hamedani vardı. Son yıllarda ciddi reyting alan tarih dizilerinin birinde de geçiyordu Hamedani ismi. Halkın kulağına ne de güzel fısıldanıyordu aslında geçmişindeki değerli parçalar. Hatırda kalan belki sadece bir kelimeydi; Hamedani. Ama o bir kelime; sizi yurt edindiğiniz toprakların uzağında; yabancı zannettiğiniz yerlerin de aslında sizi, bizi, hepimizi ortak bir geçmişte birleştirdiğini hatırlatıyordu. Sınırlar ayırsa da kardeşlik bağları ve ümmet olma bilinci bizi birbirimize bağlıyordu.
İftara yetişemedik Hamedan’a. Orucumuzu yolda açtık. Merkezine vardığımızda ise ışıklarla süslenmiş bir renk cümbüşünün içinde, çok eski medeniyetlerin izlerini üzerinde taşıyan, heybetli, kalabalık, güleryüzlü ve yardımsever insanlarla dolu bir şehirle karşılaştık.
Binbir Gece masallarındaki altın kubbeli camiler gerçekti ve buradaydı. Çocukluğumda izlediğim Sinbat diye bir çizgi film vardı. Orada Arap diyarlarındaki cami figürlerini hatırlarsınız, o kubbeler ve o altın süslemeler… Gecenin ışıklarının altında iki kat daha güzel ve göz alıcıydı. Ruh dünyam kanatlanmış; bedenimin gezdiği bu şehrin semalarında; kendi hayal dünyasının sokaklarında yol alıyordu.
İran’da eğlence sektörü yok, dolayısıyla insanlar sosyalleşme ihtiyaçlarını gayet nezih ve temiz bir şekilde gideriyorlar. Sosyal medya da çok işler vaziyette olmadığından akşam olunca herkes sokaklara akıyor. Lokantalar, çayhaneler, dükkanlar, sokak satıcıları gayet aktif.
Hamedan, bu ışık selinin altında kültürünün getirdiği farklılıklarla gözalıcı ve muhteşem bir şekilde boy gösteriyordu.
Gönül Turan Akmeşe
Nisan 2023- Ramazan 1444
Görseller alıntıdır: Iran Front Page
[bdp_ticker ticker_title=”Son Yazılar” theme_color=”#dd9933″ font_color=”#4c4f56″]
Anlatının hayale aksetmesiyle bizlerde seyahatinize eşlik etmiş olduk. Teşekkürler!
Teşekkür ederim kadim dost!