Endülüs Gezi Notları-4
Elhamra Sarayı
Daha önce bilet bulamadığımız için giremediğimiz Elhamra Sarayı’nı ziyaret için yeniden Granada’dayız. Geceyi bu şehirde geçiriyoruz. Bizim gruptan erken kalkmayı göze alan bir kaç fedakar, sabahın 6’sında dayanıyorlar sarayın kapısına. Gişeler 8’de açılıyor olmasına rağmen, bizim gibi düşünüp bilet bulamama ihtimalini ortadan kaldırmak için erken gelen diğer ziyaretçilerle birlikte uzunca bir kuyrukta bekledikten sonra bilet almayı başarıyorlar. Kahvaltıyı filan unutup yola koyuluyoruz. Girişimiz böyle zorlu olunca ısrarımız da, heyecanımız da artıyor sanki. Biletlerde 3 adet kupon var: Nasrid Sarayları, 5. Carlos’un Sarayı ve Alkazar.
Nasrid kısmı bunların en görmeye değer olanı bence. Nasrid, Nasiriler veya Beni Ahmer, Endülüs hanedanlığına verilen ad. Nasrid hanedanının kurucusu Ebu Abdullah bin Muhammed bin el-Ahmer tarafından inşa edilmeye başlanan ve Endülüs ustalarınca ince ince işlenen, her yeni Endülüs sultanı ile biraz daha değişen, biraz daha güzelleşen bir mekan. Zaten bütün turistlerin de en çok görmek istedikleri yer burası. Bilhassa bu kısma sınırlı sayıda ziyaretçi alınıyor ve bilette belirtilen yarım saatlik zaman diliminde girmezseniz biletiniz yanıyor. Diğer bölümlerde böyle bir kısıtlama yok.
El-hamra’nın Arapça’da kelime karşılığı kırmızı demek. Saray bu ismi, üzerinde yükseldiği tepenin kırmızı toprağından alıyor. Diğer bir görüşe göre de, hükümdar Muhammed bin Ahmer’in adından.
Nasrid Sarayı’nın kapısına yaklaşınca, uzunca bir sırayla karşılaşıyoruz. İçeri giren her grupla birlikte “aaaa, woowww…” sesleri taşıyor dışarıya 🙂 Sanki dışarıda bekleyenleri daha bir meraklandırmak için… Sıra bize gelince o sesleri çıkaranlara hak veriyoruz ve bunca çabaya değermiş gerçekten dedirtecek manzaralar eşliğinde, meraklı ve hayran bakışlarla giriyoruz saraya.
İlk girdiğimiz salonun adı Meşver (Mexuar). Epey değişikliğe uğramış olmasına rağmen, sarayın kurtulabilmiş en eski bölümü olduğu düşünülüyor. Bu salon, sarayın mahkeme salonu olarak kullanılmış. Zaten giriş kapısına yazılmış olan ifade de bunu doğruluyor:
Gir ve adalet istemekten korkma, zira onu burada bulacaksın.
Bir zamanlar sarayın mescidi olduğu söylenen salondan ve bir koridordan geçiyoruz. Duvarlardaki süslemelerin arasında tekrarlanan yazı dikkatimizi çekiyor:
La Galibe İllallah. (Allah’tan başka galip yoktur.)
Meşver’in iç avlusunun tam ortasında, fıskiyeli küçük bir taş havuz var. Bu küçük avlunun karşılıklı iki tarafı muhteşem güzellikte ince süslemelerle dolu. Hayran hayran seyrederek ve hiç ayrılmak istemeden geçiyoruz buradan. Abartı yok, Elhamra’da her köşe ayrı bir büyüleyici, ayrı bir güzel.
Ziyaretçilerin sultanı beklerken konakladıkları Altın Odayı da görüp, Komares Sarayının bahçesine varıyoruz. Tam ortada büyük bir havuz, etrafında bir çok salon ve odalar. Bu kısım, politik ve diplomatik etkinliklerin mekanı imiş. Bu bahçenin bir adı da “The Courtyard of Myrtles” yani “Mersin Avlusu”. Havuzun etrafında dikili mersin bitkilerinden geliyor bu isim. Havuzun her iki başında fıskiyeli küçük havuzcuklar var.
Yağmur başlıyor. Fakat küçük havuzun kenarında dinlenen kuşun hiç umurunda değil, ıslansa da yerinden kımıldayacağa benzemiyor. Gördüğü ilgiden ve fotoğrafını çeken turistlerden memnun, biraz da kurumlu sanki… Elhamra’nın hanım sultanlarına has bir edası var bana kalsa…
Havuzun karşı tarafında ikinci ve üçüncü katlarda tahta panjurlarla kaplanmış pencereler göze çarpıyor. Mahremiyet ve gizem, buralar sarayın hanımlarına ait odalar olmalı… Zaten bu masal sarayı gezerken aklım hep onlarda benim; sarayın hanım sultanlarında. Burada yaşamak nasıl olurdu, hep onu tahayyül ediyor; tahta panjurların ardından bakan çekimser bir çift sürmeli göz arıyorum adeta…
Komares bahçesinin güney tarafındaki heybetli kapıdan Büyükelçiler Salonu’na giriyoruz. Burası sultanın yabancı elçileri kabul ettiği salon. Duvarların alt kısmı renkli mozaiklerle kaplı, üst kısımlarda tavana kadar hiç boş alan kalmamacasına ince süslemeler, Arapça motifler var. Ve tüm bunların aralarında yine hep aynı slogan: “La Galibe İllallah.” Zaten Elhamra, duvarlarına, sütunlarına, kapılarına, tavanlarına nakşedilmiş bu slogan ile Allah’ın (CC) muzafferiyetini adeta bütün dünyaya haykırır durur. Elhamra sultanlarının hem kendilerine, hem tebasına, hem de ziyaretçilerine hatırlatıp durdukları bir mesajdır bu.
Tavan çok yüksek. Ara ara küçük pencereler var. Ve duvarlar altın varaklarla süslü. Maalesef gördüklerimizin büyük bir kısmı orijinal değil. Bu bizi çok üzse de, ziyaretimiz anlamını yitirmesin diye fazla üzerinde durmuyoruz. Aslının heybetini tahayyül ederek kendimizi motive ediyor ve devam ediyoruz.
Ve Arslanlı Avlu’dayız. Bir başka cennet köşesi. Bahçeyi çevreleyen incecik sütunların sayısı 124. Sütunların üstlerindeki revaklarda yine Elhamra’ nın sanatkar ustalarının ellerinden dökülen şaheser işlemeler. Ve yine hep aynı söz: La Galibe İllallah. Onlarca, yüzlerce kere, her fırsatta tekrarlanmış.
Kısmet bu ya, meşhur Arslanlı Havuz’a adını veren, bu mekanın en büyük özelliği olan aslanlar, restorasyon için yerlerinden alınmış. (Şimdi yerinde olmayan) 12 adet arslanın sırtına yerleştirilmiş köşegen bir havuz bu. Muhteşem güzelliğinin yanısıra akıllıca bir kaç işlevi de var bu havuzun. Aynı zamanda hem güneş saati, hem de su saati. Hatta söylenenlere bakılırsa arslanların ortasında bulunan bir sistemle, günün her saatine karşılık gelecek şekilde arslanlardan her birinin ağzından sırayla su akışı sağlanıyormuş; bakımının gereğince yapılabildiği Endülüs hükümranlığı zamanında.
Arslanlı avlunun hemen yanındaki “Mokarab Salonu” da restorasyon sebebiyle kapalı. Kapıdaki açıklamaya bakılırsa bu salon, 16. yüzyılda meydana gelen bazı patlamalardan dolayı zarar görmüş ve sonradan aslına hiç de uymayan bir tarzda onarılmış. Şimdiki tamirat, tavanı aslına uygun hale getirmek içinmiş. Memnuniyet verici…
Avlunun etrafında başka salonlar da var: Birisi “Adalet Salonu” veya “Sultanın Salonu” diye anılıyor. Diğerleri ise “İkiz Kardeşler” ve “Abencerraje” salonları.
İkiz Kardeşler salonundaki pencerelerden görünen bahçe; “Linda Raja” bahçesi. Bahçeye dar bir merdivenden iniliyor. Ortada yine fıskiyeli bir havuz, etrafında portakal ağaçları…
Elhamra gerçekten bir masal saray. Hem de 1001 gece masallarından kopup geliyor. Halk arasında dilden dile dolaşıp efsaneleştirilen hikayeler çok bu sarayla ilgili. Kimi doğru, kimi yanlış, kimi biraz abartılmış.
Endülüs’ün kimi soylu aileleri arasında olan kıyasıya rekabetin ürünü bir söylenti mi, yoksa gerçekten yaşanmış bir olay mı olduğunu bilemediğim şu hikaye mesela: Saraydaki sayısız salonlardan birine ad vermiş soylu bir aile Abencerrajeler. Onlara rakip başka bir aile, onlardan birinin sultanın hanımı ile romantik bir macera yaşadığı iftirasını yayınca, sultan bu iftiradan kurtulup adını temizlemek için Abencerraje’lere bir tuzak düşünmüş. Bir akşam yemeğine davet edilen 36 Abencerraje, beklenmedik bir anda başları vurularak canlarından olmuşlar. Salonun tam ortasındaki mermer havuzda oksidasyondan dolayı oluşan kırmızı lekeyi işte böyle açıklıyor Gırnata halkı; yüzyıllar önce öldürülen Abencerrajelerin kanı olarak…
Linda Raja bahçesinden çıkıyoruz. Burası artık Nasrid saraylarının son ziyaret noktalarından biri. Ötede “Arap Evleri” diye anılan iki katlı bir yapı var. Ve yine bir havuz ve yine yerdeki küçük oyuklardan gelen sular havuza doluyor. “Partal” adındaki bu bölge, zamanında harika bahçelerin çevrelediği güzel evlerin, malikanelerin mekanı imiş. “Hanımlar Kulesi”ni de geçip, ince ince yağan yağmurun altında ilerliyoruz. Cennet’ül Arif sol tarafımızda kalıyor. Vaktimiz olsa, yağmur da yağmasa Cennet’ül Arif’i bir daha görmek isterdik aslında.
Havuzlardan bahsedince, Endülüs’te suyun kullanımı ile ilgili bir kaç şey yazmadan geçmek olmaz. Aslında bu konu, üzerinde büyük araştırmalar yapılabilecek derin bir konu. Ortaçağ Avrupa’sının banyo ve tuvalet kavramlarından uzak yaşadığı yıllarda Endülüs’te suyun temizleyici, serinletici, dinlendirici, rahatlatıcı, hayat verici… bütün özelliklerinden faydalanılmış. Endülüs’ün hamamları, henüz ortaçağı yaşayan Avrupa’nın diğer yerlerinden gelen ziyaretçilere ikram gibi sunulurken, yağmur suları yerlerdeki küçük oyuklarda toparlanmış, bahçelerdeki fıskiyeli havuzları beslemiş. Şimdi bizim hayran hayran seyrettiğimiz cennet bahçelerin içlerindeki havuzlar hep bir amaca hizmet vermiş, hiç birisi maksatsız yapılmamış.
Nasrid Saraylarından ayrılıp Alkazaba’ ya doğru yöneliyoruz. Alkazaba, saraylardan daha önce inşa edilmiş bir kale. Kalenin dükkanlarının ve askerlerin yaşadığı evlerin kalıntılarını görüyoruz. Dar merdivenlerden çıkınca karşılaştığımız Gırnata manzarasına hayran kalıyoruz. Bembeyaz evler, ara ara bir zamanlar minare olarak hizmet vermiş olan çan kuleleri…
Gırnata’nın 1492 yılında İspanyolların eline geçmesinden sonra yapımı için Elhamra’nın bir kısmının yıkıldığı 5.Carlos Sarayı’nın yanından geçip çıkışa doğru ilerliyoruz. Bu saray büyüyü bozuyor, gerçekleri hatırlatıyor ve adeta bizi kendimize getiriyor. Sert ve köşeli hatlar. Büyük ve sevimsiz bir bina.
Ve Gırnata’yı yaklaşık elli maddelik bir anlaşma ile İspanyollara teslim edip şehri terkeden Ebu Abdullah geliyor aklımıza. Ebu Abdullah, şimdilerde adı “Suspiro del Moro” olan Gözyaşı Tepesi’nden Gırnata’ya son kez bakar, hıçkırıklar içindedir.
Annesi Ayşe Sultan’ın oğlunun bu hali karşısında sarfettiği sitemli sözünü merhum Akif’in mısralarından okuyalım:
“Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara
Savuşurken o güzel mülkü veripte ağyâra
Tırmanır bir kayanın sırtına etrâfa bakar,
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür,
Karşıdan Vâlide Sultan bunu pek haklı görür
Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla
Şimdi hiç yoksa kadınlar gibi ağla.”
Nurgül ÇELİK
Mayıs 2007
Yorum Bırakın / Leave a Comment