Sanat, herhangi bir cümle içinde alelade bir kelime olarak karşılaştığımızda çoğumuz için bir ihtiyacı değil bir lüksü ifade eder. Ökten’e göre sanat ile ilişkimiz bir zorunluluk. Yani sanata mecburuz haberimiz yok! Bu kitapta da bu zorunluluğu anlama yollarına dair bize bireyi, toplumu, özneliği de göz önüne alarak bir çerçeve sunmayı hedefliyor. Bu yazıda, önce Ökten’in kitabını, içeriği, derdi ve üslubu açısından anlatmaya, daha sonra da kitabın eleştirel sosyoloji merceğinden minik bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağım.
Önce bireyin bir çocuk olarak sanatla tanışmasını izletiyor bize Ökten. ‘İzliyoruz’, çünkü gözlemin kendisi kitapta yer yer sanatsal bir etkinlik olarak tasvir ediliyor. ‘Kendini idrak eden çocuk’, yani bir anlamda yazarın benliği, bir anlamda da sanatla tanıştığımız, güzeli farkettiğimiz, estetik özne olduğumuz anlarda biz. Çocukluk aynı zamanda etkilenmenin ve sanat ve değerler arasında kurduğu ilişkiler açısından aynı zamanda insanın sanata muhatap olduğu anlardaki estetik ötesi ve hatta ahlaki diyebileceğimiz etkilenmesini aktarmak için kullanılmış bir alegori.
Öte yandan Wilhelm ile tanıştırıyor bizi yazar. Wilhelm, Ökten için Batı’nın bir insan hikayesinde bedenlenmiş hali. Kendisinin akranı, batılı bir muadili olarak ara ara onun sanatla iç içe geçen serencamından kesitler sunuyor bize, deneyimlerini karşılaştırıyor. Wilhelm hakkında bilgimiz sınırlı olsa da, kendisini ‘Hristiyan, beyaz ve Avrupalı’ alemin bir prototipi olarak hayal edildiği bilgisini hayalimizdeki çocukluğundan, zevklerinden ve hayatının kolaylığından anlamak mümkün.
Bu aşamada Ökten’in sanatsal etkileşim ve değerler arasında kitap boyunca vurgulayacağı ilişki, bir ikilik üzerinden paylaşılıyor bizimle: Modernite’nin (daha sonra bahsedeceğimiz üzere ‘M’ büyük) değerleri ve İslam Medeniyeti’nin değerleri.
Biz bireyin, toplumun, sanatçı ve sanat eserinin ilişkiselliklerini takip ederken, bir yandan da bu değerler üzerinden Batı ve ‘Biz’i – yazarın tabiriyle İslam Medeniyeti’ni- kıyaslamış oluyoruz. Yazarın muhayyilesindeki bir Batı prototipi olan Wilhelm’in kendi değerlerinin bir yansıması olan sanatla olan doğal ve barışçıl etkileşimine kıyasla, İslam medeniyetinin sanat eserlerine muhatap olan yazarın, post kolonyal bir özne olarak bu sanat eserlerine duyduğu yakınlığı meşrulaştırmak zorunda kalışı üzerinden örtük bir garbiyatçılık eleştirisi okuyoruz bir yandan da.
Şüphesiz eserler yazarların hayatından kopuk düşünülemezler. Bu açıdan, bir mimar, yapı mühendisi ve bilim tarihi ve felsefesi alanında çalışmalar yapmış bir hoca olan Ökten’in kitabı yer yer bir hatırat, yer yer bir ders kitabı niteliğinde olması tanıyanlarını pek şaşırtmaz sanırım. Bu iki üslubun da ortak noktası pek çok tarihi isim ve mekandan örnekler barındırması, kadim gelenekler üzerinden tartışma açması. Bu anlamda kitabın en güzel yanlarından biri, geçen isimleri bilmeyenler tarafından ‘nam lakırdısı’ olarak anlaşılabilecek kısımlar için kenarlara iliştirilmiş küçük bilgi notları. Sonlara doğru yoğunlaşan teorik diline rağmen kitabın genele hitap etme gayreti içerisinde olduğunu hem bu notlara bakarak, hem de açtığı tartışmaları özenle kısa kesmesini dikkate alarak düşünmek mümkün.
Kitapta ilerledikçe, gayesinin kitabın ismindeki gibi hayret uyandıran bir gözlem sonucu ’aslında bir sanat olduğunu’ anlatmak değil, sanatın kavramsal çerçevesi açısından kimlik meselesini tartışmak olduğunu görmek mümkün. Bununla birlikte kitabın çoğu bir kavram inşası niteliğinde olsa da, argümantasyon içeren kısımların oldukça yüzeysel bir şekilde işlendiğini, ve kavramlardan tartışmalara geçildiği anda bölümlerin bittiğini görüyoruz. Hatıraların sıcak, kuşatıcı ve oto-etnografik unsurlarına karşılık, genelleyici teorilerin konu ettiği bireye ve topluma sadece ‘Modern ve İslami’ gibi karşı konumlandırılmış ikilikler üzerinden temas eden dili arasında gidip geliyoruz. Bu ikiliklerin düşünmeyi kolaylaştırmak amacıyla kurulduğunu düşünmek pek tabii olmakla birlikte kitabın bütünlüğü içerisinde bakıldığında Ökten’in asıl derdinin, adeta bir sanat teorisine giriş dersinde anlatıyormuşçasına kendisine, çocukluğuna ve içinde yetiştiği Osmanlı sonrası Türkiye’ye değen post-kolonyal farkındalığı bu ikiliğe indirgeyerek anlatmak olduğu söylenebilir.
Bu anlamda, bu eseri bir hatırat olarak yeniden kaleme alınsa amacına çok daha uygun olabileceği iddia edilebilir. Böyle bir öneri ve eleştirinin sebebi, ancak büyük harfle ifade edeceğimiz Modernite ve İslam üzerinden sanat ve değerler tartışması yürütmenin bizi içinden çıkılamaz genellemelere, ve kavramların bir süre sonra anlamını yitireceği homojen kullanımlara yol açmasıdır. Şüphesiz ne şimdi ne tarihte, sosyolojik bir nosyon olarak ele alacak olursak tek bir İslam’dan bahsetmek mümkün olmayacaktır. ‘İslam medeniyeti’ uniform değil, pek çok alt kültürün bir araya gelmesiyle ve tecrübelerimizle hayal ettiğimiz bir üst kültüre, bir imaja delalet eder. Orta Asya’da Kırgızistan’daki İslam ile, Konya’daki, Tunus’taki İslam ile Amerika’dakinin birebir aynı olduğunu, değerlerin ve sanatların zamanda ve mekanda değişmediğini düşünmek bir yanılgı olacaktır. Benzer bir şekilde modernite farklı coğrafyalarda, farklı etkiler bırakan zamansal ve sosyolojik bir kavram iken, nüans barındırmayan bir şekilde ‘büyük harfle’ sunulması, ona zamanda donmuş bir resim gibi muamele etmemiz tehlikesine yol açabilir. Bu açıdan Ökten’in kurduğu ikilik üzerinden anlattığı ve kıyasladığı değerler manzumesini kendi anıları üzerinden kurması, muhakkak gözümüzün aradığı o nüansı çok daha tabii bir şekilde ele alabilir, bizi de onun gözünden bu değerleri daha iyi hayal etmeye ve derdini daha iyi anlamaya itebilirdi.
Nitekim yazarın kitabın sonuna doğru mütevazı bir şekilde paylaştığı üzere, genç bir arkadaşı tarafından modernite dışındaki sanat teorilerinin varlığı hakkında uyarıldığı dikkatimizi çekiyor.
Benzer bir şekilde, kitabın rafine dili bizi yazarın ait olduğu o nostaljik ve yazın dilinde dahi hürmetin tabii geldiği bir zamana götürse de, ’steril’ bir sanat tanımı, yazarın kendi kültürüne ait sanatın hor görülmesine dair duyduğu sıkıntı ve karmaşayla bir tezat oluşturuyor. Kitabın temel motivasyonunu en çok hissettiğimiz anlarda yazarın kendi ifadesiyle ‘zülfiyare’ dokunmak istemediğini görüyoruz. Oysa Ökten’i duygulandıran kapılar, camiler, hayalinde Wilhelm ile yaptığı hararetli paylaşımlar arasında geçen bu yolculuk, kendi ve öteki arasında sanat üzerinden yaptığı bu hesaplaşma belki de biraz dokunmalı, gücendirmeli, üzmeli hatta sinirlendirmeli idi. Şahsen kitabın bu kaçınma anlarında beklediğim, hamaset değil, nüanslı ve üretken bir öfke yahut gücenme halinden bizleri mahrum bırakmaması olurdu.
Son olarak kitabın güçlü yanlarına dönelim. Ne zamanki şehirden, duvarlardan, kapılardan, şehirliden bahsediyor, Ökten’in kalemi dizinin dibinde onu dinliyormuşuz hissi veriyor bize. Mimari ve ‘mekan hiyerarşi’sini anlattığı kısımlarda şehri, özellikle İstanbul’u farklı bir rüzgarla yaşıyoruz. Kitabın ismi olan ‘Aslında Bir Sanat Var’ olduğunu özellikle son bölümlerden ‘İslam Medeniyetinin Toplumsal Sanat Uzayı’ başlığı altında buluyoruz. Necip Fazıl gibi, Nasûhî gibi şairlerin şiirlerinden kısımlarla anlatılan bu kısımlarda kitap teorik dilinden çıkarak kendi başına sanatsal bir anlatımla inanç, sanat ve temaşa arasında bağ kurarak Allah’ın sanatı üzerine tefekkür etmeye bizi teşvik ediyor.
Umulur ki biz de bu şevk ile bu sanatı hayatlarımızın son bölümüne kadar fark ve temaşa edelim.
Esma Güney Aksoy
[bdp_ticker ticker_title=”Son Yazılar” theme_color=”#dd9933″ font_color=”#4c4f56″]
Yorum Bırakın / Leave a Comment