Selefilik akımı bugün Müslümanlar, özellikle gençler arasında çok yaygınlık kazanmaktadır. Bu yaygınlık özellikle yurtdışında yaşayan ve farklı Müslüman toplulukları ile etkileşim içinde olan Müslüman gençler arasında daha etkili bir şekilde kendisini göstermektedir.
Günümüzde Selefiliğin yayılmasının en önemli sebeplerinden birisi, kanaatimizce, Müslümanların uzun süredir maruz kaldığı Batı medeniyeti karşısındaki politik eziklik duygusudur. Bu eziklik duygusu özellikle Batı dünyası ile doğrudan iletişim halinde bulunan yurtdışı Müslümanları nezdinde daha derindir.
Özellikle 18./19. asırdan sonra İslâm dünyasının içinde bulunduğu bilimsel ve teknolojik sahada üretim yapamama ve bunun doğal sonuçları olan güçsüzlük/zayıflık durumu Müslümanları neden bu duruma düştükleri sorusunu sormaya götürmüş ve selefi/modernist alimler bu sorunun cevabını kısaca gelenek olarak cevaplamıştır. Buna göre Müslümanlar asırlar boyunca Kur’an ve Sünnet’i yanlış anlamışlar ve İslâm’ın saflığını bozmuşlardır. Onlara göre bu durumun suçlusu asırlar boyunca oluşan gelenek ve onun taşıyıcılarıdır. Bu anlamda bu geleneğin taşıyıcıları olan mezhepler, tarikatlar, kitaplar, alimler Müslümanların düştükleri durumun sorumlularıdır.
Selefiler aynı zamanda politik olarak da aksiyona, radikalizme ve şiddete meyyâliyetleriyle de gençleri kendilerine çekebilmişlerdir. En önemli silahları her soruna hap gibi çözümler öneren sloganlarıdır. Onlar “Kur’an’a dönelim”, “İslâm’a dönelim”, “İslâm Devleti’ni kuralım” gibi ilk bakışta herkese tatlı gelebilecek sloganlarla Müslümanların içinde bulundukları sorunların kolayca çözülebileceği kanaatindedirler. Bu mantığı taşıyanlara göre Müslümanların tek sorunları bir araya gelememeleridir. Müslümanlar aralarındaki politik ihtilafları bırakıp bir araya gelebilseler, geçmişin ayaklarına pranga olan geleneğinden bir kurtulabilseler bütün sorunlar çözülecektir. Bu düşünüş biçiminin en önemli handikapı gerçek sorunları ve gerçek çözüm yollarını göz ardı etmesidir. Sorun bu kadar basit, çözüm de bu kadar kolayca ulaşabilecek bir noktada da değildir. Ama bu sloganlar kanları kaynayan günümüz gençlerini kolaylıkla cezbedebilmekte, hatta Müslümanların dertleri ile dertlenen hassas gençler bu sloganların peşinden giderek bir anda kendilerini radikal ve şiddet yanlısı grupların içerisinde bulabilmektedir. Bu sebeple yazımızda önce Selefilik düşüncesini özetlemeye, akabinde yöntem ve bakış açısı itibarı ile İslâm’ı anlama ve yaşama da bambaşka bir anlayış sunan tasavvufun tarihsel gelişimine göz atmaya ve en son noktada geleceğe dair bir karşılaştırma yapmaya çalışacağız.
Selefilik
Arapça kökenli bir kelime olan “Selef” sözlükte “önce gelmek, geçmek, geçmişte kalmak” gibi manalara gelmektedir. İslâm düşünce tarihinde bu kavramla İslâm’ın ilk dönemlerinde yaşayanlara, tam olarak söylemek gerekirse Hz. Muhammed’in (SAS) vefatından sonraki iki döneme, yani onun arkadaşları olan sahabilerin ve onlardan sonraki dönem olan olan tabiûn nesline işaret edilmektedir. İslâm geleneğinde bir düşünce ekolü olan Selefilik kavramı da esasında bu anlam çerçevesi etrafında şekillenmektedir. Buna göre Selefilik denilince İslâm’ı anlama, yorumlama ve yaşamada sadece sahabilerin ve tabiûn döneminde yaşamış kişilerin görüşlerine bağlı kalınmasını savunan, bunun dışındaki yöntemleri, yani akıla dayanan düşünce biçimlerini reddedip tehlikeli gören zihniyet kasdedilmekte bu geleneğe mensup kişilere de “selefi” adı verilmektedir. Selefi zihniyete sahip kişiler kendilerini, Ehlü’l-Hadis, Ehlü’s-Sünne ve’l-cemaat, Ehlü’l-Hadis ve’ s-Sünne gibi tanımlarla vasıflandırmaktadır.
Günümüzdeki Selefilik özünde Ehl-i hadis, Hanbelilik ve Vehhabilik çizgisinin bugüne taşınmış halidir. Bu anlayış özünde İslâm geleneğinde başlangıçta var olan Ehl-i hadis ve Ehl-i rey şeklindeki bir ayrıma dayanmaktadır. Burada Ehl-i hadis ifadesi dini anlama sürecinde akla hemen hemen hiç önem vermeyen sadece nakle dayanan bir düşünce biçimine işaret etmektedir. Türklerin çoğunluğunun tabi olduğu Hanefilik mezhebinin de yer aldığı grup ise Ehl-i rey olarak adlandırılmakta olup burada da temelde ayet ve hadislere dayanmakla birlikte bunları yorumlamak için aklı da etkili bir şekilde kullanan gelenek kasdedilmektedir. Bu nokta özellikle vurgulanmalıdır. Çünkü Selefilik, aklı dini anlamada bir yöntem olarak benimseyen Müslüman gruplarını sanki dinin temek kaynakları olan Kuran ve Sünnet’i göz ardı ediyormuş gibi yansıtmaktadır. Halbuki Ehl-i Sünnet’ in içinde yer alan Hanefilik, Şafiilik ve Malikilik gibi mezheplerin hepsinin ana kaynakları Kur’an ve Sünnet’ tir. Bu mezhepler sadece bu kaynakları yorumlamak için akla dayalı metodlar geliştirmişlerdir.
Selefilik kendisini Ehl-i Sünnet’ in tek temsilcisi olarak yansıtmakta ve kendileri dışındaki bütün Müslümanları yanlış/hata/sapma içinde görme eğilimindedir. Onların fikirlerini değerlendirirken ilk olarak buradan başlamak gerekmektedir. Bu konuda ilk söylenmesi gereken Selefilerin Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat tabirini kullanma biçimlerinin hatalı olduğudur. Zira Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat tabiri Müslümanların asırlar süren bir ihtilaf sürecini ortadan kaldırmak amacıyla ortaya koydukları bir terimdir. Müslümanlar bir noktada aralarındaki dini anlayış farklılıklarına bırakmaları ve ortak noktalara odaklanmaları gerektiğini düşünmüşler ve dinin temel noktalarına aykırı görüşleri olmayan toplulukları bir kavram etrafında birleştirmek istemişler, ve böylece adına Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat denilen bir nevi şemsiye kavram üretmişlerdir. Bu kavram dışlama üzerine değil, birleştirme üzerine kuruludur. Kavramın ruhu Müslümanların birbirini tekfir etmesini değil, ana konularda ittifak halinde olan Müslümanları bir araya tutma üzerine inşa edilmiştir. Kavram aynı zamanda dini anlama hususunda, “hakikatin tek sahibi biz olmayabiliriz, bizden başkaları da istikamet üzerinde olabilir” şeklinde özetlenebilecek mütevazı ve kapsayıcı bir tavrı da içerir.
Selefi düşünce yapısı çoğunlukla diğer Müslümanları dışlama üzerine kuruludur. Onlar kendileri dışındaki herkesi ötekileştirme eğilimindedir. İslâm’ı yorumlama biçimini ilk döneme hapsettiklerinden donuk bir harekettir. Bu manada günün ve çağın getirdiği sorunlara çözüm üretebilecek bir kabiliyetleri yoktur. Bugünün sorunlarını yüzyıllar önce verilen cevaplarla çözmeye çalışmakta, doğal olarak bir çözüm üretememektedir. Selefilik düşüncesi çoğunlukla her türlü yeniliği bid’at olarak tavsif etmekte, İslâm dışı geleneklerle ve dış dünya ile her türlü iletişime kapalı bir tavır benimsemektedir. Bunun yanında onlar aklı ve akla dayalı bilimleri küçümseme, reddetme ve hatta imkan bulsa yasaklama eğilimindedir. Ayrıca İslâm düşüncesinin yüzyıllar içinde oluşturduğu geleneği küçümseme, reddetme ve yok etme eğilimi de onların öne çıkan özelliklerindendir.
Selefilik düşüncesinin ana hatlarıyla kısaca özetlemeye çalıştık. Elbette her Selefilik mensubu bu şekilde düşünüyor iddiasında değiliz. Ancak tarihte ve günümüzde selefi adı verilen toplulukların genel karakterlerine göz attığımızda ortaya çıkan çerçeve kısaca budur.
Tasavvuf
İslâm tasavvufunun ilk ortaya çıkışı bir zühd hareketi şeklindedir. İslâm tarihinde zahid/sufi diyebileceğimiz kişilere hicri ilk yüzyıldan itibaren rastlamak mümkündür. Hz. Ebû Zer, Hz. Ebu’d-Derdâ, Hz. Selmân-ı Fârisî gibi sahabiler, İslâmın ilk yüzyıldaki zühd temsilcileri olarak değerlendirilebilir.
Tasavvufa zemin olacak bir harekete işaret eden “zühhâd,” “ubbâd,” “nüssâk” gibi sıfatların yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanıldığı dönem esas itibariyle Emevilerin son dönemiyle Abbasilerin ilk yıllarına rastlayan zaman dilimidir. Sufilik zamanla gelişim göstermiş ve olgunlaşma sürecine girmiştir. Bu süreç içinde kendi kavram ve ilkelerini de üretmiştir. 4./10. yüzyıl, yaklaşık iki yüzyıl boyunca oluşturulmuş sufi geleneğinin sistematik hale getirildiği dönemdir. Bu dönemde ilk tarikatlar belirmeye ve sufi terminoloji oluşmaya başlamış; keramet anlayışı, zikir biçimleri, tarikat kuralları gibi ilkeler üzerinde tartışmalar yapılmıştır.
Tarikat kelimesi sözlük anlamı itibariyle “yol” demektir ve sufi literatüründe, temel anlamına uygun şekilde, kalbi temizlemek ve Allah’a ulaşmak için takip edilen yollar manalarında kullanılmıştır. Bu anlamlarını günümüze kadar sürdürmekle birlikte, tarikat kavramı 5./11. yüzyıldan itibaren, belli bir otorite/şeyh liderliğinde, belli zikir metodları etrafında kurumsallaşmış yapıyı ifade etmektedir.
Tasavvuf bir zühd hareketi olarak ortaya çıktığı andan itibaren çok farklı gelişim aşamaları göstermiştir. Önceleri bireysel bir hareket tarzı olarak ortaya çıkan, sonraları bir topluluk hareketi hüviyetine bürünen tasavvuf, 6./12. yüzyıldan itibaren toplumun değişik tabakalarına yayılmış, belli bir şeyhi, belli ritüelleri olan bir kardeşlik örgütlenmesi halini almıştır. Bu dönemde ilk büyük tarikatlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Abdülkadir Geylanî’nin kurduğu Kadirilik ve Şihabeddin Sühreverdî’nin kurduğu Sühreverdilik büyük tarikatların öncüleridir. Bunları Şazeliyye, Kübreviyye, Rifaiyye, Çiştiyye, Mevleviyye, Nakşibendiye gibi çok sayıda başka tarikat takip etmiştir.
Tasavvuf niçin önemlidir ve günümüze ne sunabilir? Bu soruyu öncelikle İslâm tarihinde tasavvufun sadece din ile sınırlı bir olgu olmadığını söyleyerek cevaplamak isteriz. Tarih boyunca tasavvuf ve tasavvufun kurumsal olarak cisimleştiği tekke ve zaviyeler asla sadece zikir çekmekle sınırlandırılan yerler olmamıştır. Buralar Müslümanların bir araya geldikleri, sosyalleştikleri toplumsal sorunlar karşısında dayanışma gösterdikleri örgütlü bir yapı hüviyetindedir. Tasavvuf toplumla iç içedir, toplumu değiştirir ve dönüştürür. Bu manada tasavvuf ilk ortaya çıktığı anlardan bugüne kadar İslâm toplumunun şekillenmesinde pozitif rol oynamış, Müslümanların sorunlarına çözümler sunmuştur.
Tasavvufun İslâm tarihinde oynadığı rolleri sayarken vurgulamamız gereken olguların en başında dervişlerin İslâm’ın yayılmasını sağlayan en önemli grup olduğu gerçeğidir. İslâm tarihi boyunca tasavvuf mensupları İslâmlaşmanın en önemli taşıyıcıları olmuşlardır. Bunun en önemli sebebi onların İslâm’ı anlama ve yaşama tarzlarıdır. Zira dervişler herkese kucak açar, kimseyi dışlamaz, iyilik yaparken ayrımcı davranmaz, kalp kırmaz, dini tebliğ etmek adına insanlara baskı yapmazlardı. Dolayısıyla onların İslâm’ın gülen yüzü olarak diğer din mensuplarını etkilemeleri oldukça doğaldı. Bu duruma en güzel örnek Anadolu’ dur. 12./13. asırlardan itibaren Anadolu’ ya akan Türkler bölgede İslâm’ ı yaymayı Yesevi, Rifâi, Kadiri vs. gibi tasavvuf mensupları vasıtasıyla sağlamışlardı.
Dervişler sadece doğal tebliğle İslâm’ı yayma yeri ve zamanı geldiğinde fiilen gaza faaliyetlerine de katılırdı. İlk dönem Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazâde, Osmanlı askeri kuvvetlerini sayarken Abdalân- Rûm adıyla bir derviş topluluğundan bahsetmişti. Bu anlamda onların dini tebliğ faaliyetleri yeri ve zamanı geldiğinde silah kuşanarak savaşmaya kadar uzanmıştı.
Dervişler bazen yönetim boşluğunun olduğu durumlarda örgütlü yapılarıyla bulundukları bölgenin güvenlik ve düzen ihtiyaçlarını karşılarlardı. Örneğin Ankara’ daki ahiler, Osmanlı’ nın kurulduğu dönemde, bir süre nereye bağlı belli olmaksızın devletsiz kalan Ankara’ yı yöneterek insanların yaşamlarını güven içinde sürdürmelerini sağlamışlardı. Osmanlı’ da tekke ve zaviyeler zaman zaman ıssız yerleri şenlendirmenin ve toplumsal güvenliği sağlamanın bir aracı olarak da görülürdü. Devlet tarafından sınır boylarına veya nüfusun az olduğu yerlere yönlendirilen dervişler buraları ihya eder ve yeni yerleşim yerleri oluştururlardı. Bunlar aynı zamanda bulundukları bölgeden gelip geçen yolcuların konaklama ihtiyacını giderir, varlıklarıyla da bölgeyi ıssızlıktan neşet eden tehlikelerden korurlardı.
Özellikle Osmanlı döneminde toplumun içinde neredeyse var olan bütün yapılar tasavvufla yoğrulmuştu. Her şeyden önce tekke ve zaviyeler hem ilmi hem de ahlaki eğitimin verildiği birer okuldu. Burada insanlar hem ilmi hem de ahlaki yönlerini geliştirme imkanı bulurlardı. Buralarda ayrıca çok ciddi sanat eğitimi verilirdi. Dervişler rakik bir kalbe sahip olmanın bir sonucu olarak buralarda musiki, hat, tezhib gibi İslâm sanatlarını öğrenirlerdi.
Osmanlı’ da tasavvufun toplum yaşamına etkisini en iyi örneklendirebileceğimiz kurum Ahilik teşkilatı idi. Ahiliğin ilk fikri nüvesi Fütüvvet teşkilatı idi ve bu kurum tamamıyla sufilik esasları çerçevesinde şekillenmişti. Bu teşkilat başıboş gençleri olumlu davranışlara yönlendirmek için kurulmuş ve eğitim aracı olarak da tasavvufi geleneğe dayanılmıştı. Başıboşluklarını ifade etmek için “ayyâr”, “rind” veya “şâtır” gibi unvanlarla anılan bu gençler fütüvvet adı verilen ve sufilik esasları ile şekillenen bir eğitim süreci ile hem topluma kazandırılmışlar, hem de faziletli davranışlara sahip olmaları sağlanmıştı. Osmanlı’ da bir esnaf teşkilatı olan Ahilik de fütüvvet teşkilatının gelişmiş bir uzantısı idi. Bu teşkilatın toplumu nasıl dönüştürdüğünü işleyişine kısaca bir göz attığımızda bile anlamak mümkündür. Fütüvvet/Ahilik teşkilatına girmenin ana şartı bir mesleğe sahip olmaktı. Son derece itibarlı olan bu teşkilata girmek isteyen gençler iş/meslek edinerek başıboşluktan kurtulmuş, iş güç sahibi olarak topluma kazandırılmış, akşamları da toplandıkları tekkelerde zikirlere devam ederek dinini/ahlakını/faziletini geliştirme imkanı bulmuş, bu tekkelerde gelen geçeni ağırlayarak ve dolayısıyla kazancından insanlara pay vererek paylaşmayı öğrenmişti. Bir toplumun en önemli parçası olan esnaf sınıfına böyle bir ahlak eğitimi verebilmek, daha da ötesinde onları güzel ürünler vererek üretmeye yönlendirecek bir kurumsal mekanizma geliştirmek ancak tasavvufun ortaya koyduğu din ve dünya anlayışı ile mümkün olabilmiştir.
Tasavvufun toplumsal olarak üstlendiği fonksiyonlara dair daha pek çok şey söylemek mümkündür. Ancak bu kadar örnekle iktifa edilecektir. Söylemek istediklerimizin özü şudur: Tasavvuf kurucu bir olgudur. Kapsayıcıdır, etkileşime, gelişmeye açıktır. Yıkmayı değil, inşa etmeyi savunur. Kopartmaya değil, birleştirmeye taliptir. Nefret ettirmek değil, sevdirmek amacındadır. Şiddete değil, güzellikle öğüt vermeye davet eder. Miskinliğe değil, üretmeye yöneltir.
Gelecek Projeksiyonu
Şimdi biraz da geleceğimiz hakkında konuşabiliriz. Tasavvufun tarihi gelişim sürecine kısaca göz attıktan sonra onun günümüze, daha doğrusu geleceğe ne söylediği konusuna dönebiliriz. Kanaatimize göre bugün bütün Müslümanların odaklanması gereken en önemli nokta şudur: İslâm medeniyetini ihya etmek, onu eskiden olduğu güçlü dönemlerine döndürmek. Müslümanlar ancak bunu başarabilirse yıllardır içine düştükleri durumdan kurtulup tekrar ayağa kalkmaları mümkün olacaktır. Aklı başında her Müslüman bunun yolunun şiddetten değil, üretmekten geçtiğini söyleyecektir. Aklı başında her Müslüman İslâm dünyasının tekrar ayağa kalkışının sloganlarla değil, kurucu ve kapsayıcı bir bakış açısıyla başarılabileceğini dile getirecektir. Aklı başında her Müslüman, tekrar güçlü olmamız için bilim üretmemiz, fikir üretmemiz, sanat üretmemiz, teknoloji üretmemiz gerektiğini; yani içimizden Buhari ve Müslim gibi alimler, İbn Sina ve Farabi gibi filozoflar, Levni ve İtri gibi sanatçılar, Cezeri gibi mühendisler, Ali Kuşçu gibi astronomi bilginleri çıkarmamızın zorunlu olduğunu kabul edecektir.
Burada sormamız gereken en önemli soru şudur: Yukarıda kısaca özetleyerek karşılaştırdığımız hangi İslâm yorumunun bu ortamı sağlaması muhtemeldir. Burada medeniyet kurmanın açık fikirli olmayı, kapsayıcı olmayı, üretken olmayı, kısacası fikir ve düşüncenin yeşerebildiği bir ortam kurmayı gerektirdiğini tekrar vurgulamalıyız. Bu realite ışığında sorulan soruya verilen cevap aynı zamanda istikametimizin neresi olması gerektiğine de işaret edecektir. Bu manada gençlerimizi vereceğimiz cevaba göre hazırlamalı, buna göre eğitmenin yollarını aramalıyız.
Unutulmamalıdır ki bu tercih sadece gençliğe bir istikamet çizme meselesi değil, ümmetin bir medeniyet arayışıdır. Allahu Alemu.
Dr. Eyüp Öztürk
Trabzon Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
Yorum Bırakın / Leave a Comment